“Aydınlanma”
ve “sanat” konuları profesyonel
olarak felsefeyle uğraşanlara çok basit görünebilir. Ancak bugün karanlığın
elle tutulur hale geldiği bir dönemde yaşadığımızı düşününce aydınlanmayı
tekrar hatırlama ve hatırlatma gereği duyulabilir. Düşünce tarihindeki
tartışmalar, onlar mevcut zamanda yaşayan bireyler tarafından, en baştan ve bir
kez daha düşünülüp sorgulanmadıkça felsefe filozoflar arasında, kapalı kapılar
ardında yapılıp tozlu sayfalarda kayıtlı kalmış lekeler olmaktan öteye
gidemeyecektir.
Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri
olan Kant, kendi felsefe sistemini üç önemli çalışmasında toplamıştır.
Bunlardan ilki olan Saf Aklın Eleşitirisi’nde insan aklının sınırlarını ele
alırken, Pratik Aklın Eleştirisi’nde hangi davranışların ahlaki olduğunu,
Yargıgücünün Eleştirisi’nde ise beğeni yargılarımızın temellerini incelemektedir.Burada
Yargıgücünün Eleştirisi’ni ele alacağız.
Kant’ın
Estetik Anlayışı
Kant’a göre estetik deneyim, bir nesnenin
seyredilmesinde hayalgücü ve anlama yetisi arasındaki uyumdan doğan bir
hoşlanmanın hissedilmesidir. Bu kısacık tanım, Her ne kadar Kant’ın estetik
tanımının ne olduğu hakkında fikir verse de, onun estetik felsefesinin genel
ilkelerinin ne olduğunu açıklamaktan uzaktır. Kant, nesnelerin güzelliğine
ilişkin değerlendirmelerimizi beğeni yargıları diye adlandırmaktadır. Bu açıdan
onun estetik kuramı beğeni eleştirisi olarak da görülebilir. Beğeni, güzeli
değerlendirme, yargılama yetisidir. Diğer bir ifadeyle, beğeni, bizim, güzele
tepki verme yeterliliğimizdir. Kant, estetik kuramında, sahip olduğumuz bu
yeterliliğimizin doğasının ortaya koymayı amaçlamaktadır. Kant’ın estetik
felsefesine ayırt edici özelliği kazandıran şey, bu felsefenin transcendental
yöneteme dayanmasıdır. Bu yöntem, bir nesnenin doğasını anlamak için bizim
nesneye ilişkin bilme tarzımızın doğasını araştırmayı önerir. Buna göre, bir
nesneye güzel dediğimizde, araştırmamızın odağı söz konusu nesne olmaktan çok,
o nesneye ilişkin verdiğimiz yargının doğasının araştırılması olacaktır. Şu
halde, ilk sorulması gereken sorulardan birisi şudur: Bir nesne hakkında güzel yargısı
verdiğimizde neyi ileri sürmüş oluruz? Hemen arkasında ikinci sorulardan birisi
de şudur: Tümel geçerli beğeni yargıları ileri sürebilir miyiz? Kant’a göre,
yargücümüz, akıl ve anlama yetisi arasında yer alır. Yargıgücü, kendisi için ne
teorik ne de pratik hiçbir bilgi üretmez, bunun yerine diğer iki bilgi yetisi,
yani akıl ile anlama yetisinin birliğini oluşturur. Bu açıdan özel türde bir
yetidir. Yargıgücü, bu yolla, doğa ve özgürlük arasında da bağ kurucu bir rol
oynar. Yargıgücü, esasen, şeyleri duygu yönünden görebilme yeterliliğidir.
Diğer bir ifadeyle, yargıgücü, anlama yetisi aracılığıyla bilemeyeceğimiz ve
akıl ile isteyemeyeceğimiz şeyleri hissetmememizi sağlamaktadır. Şu halde,
yargıgücünün anlaşılmasının Kant’ın estetik kuramında merkezi bir öneme sahip
olduğu söylenebilir. Bu yetinin daha iyi anlaşılması için, öncelikli olarak,
Kant’ın zihin yetilerine ilişkin yaptığı dökümden yola çıkılabilir. Kant’a göre
tüm zihin yetilerimiz üç birimde toplanmaktadır: bilgi yetisi
................ hoşlanma veya hoşlanmama
yetisi .............. arzulama yetisi
Görüldüğü gibi, hoşlanma veya hoşlanmama
yetisi, zihin modeli içerisinde tıpkı diğer iki yeti gibi, yani bilgi yetisi ve
arzulama yetisi gibi, özerk yetilerden birisi olarak konumlanmaktadır. Bu yeti,
diğer iki yeti gibi yalnızca empirik temellere değil, aynı zamanda a priori bir
ilkeye de dayanmaktadır. Kant’ın zihin modeli içerisinde özerk bir konum elde
eden hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu, başka bir yönden ele alındığında,
estetik hoşlanma olarak görülebilir. Kant, hoşlanma veya hoşlanmama yetisinin
yasa koyucu ilkeyi yargıgücünde bulduğunu ileri sürmektedir. Kant’ın bu
tartışmayı yaptığı yer “Yargıgücünün Eleştirisi”dir. Kant bu çalışmasında, asıl
olarak düşünücü yargıgücünden söz etmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere,
yargıgücü tikeli tümel altına koyma yeterliliğidir. Kant’a göre, tümel olan,
yani kural ilke ya da yasa verilmişse bu durumda tikeli tümelin altına koyan
yargıgücü belirleyicidir; buna karşın, yalnızca tikel verilmiş ve tikelin
altına konulacağı tümelin bulunması isteniyorsa bu durumda yargıgcü
düşünücüdür. İşte bu noktada, yargıgücüne özellşmiş bir işlev yüklenmektedir.
Kant’a göre salt düşünücü yargıgücü, genel
düşünücü yargıgücünden farklıdır, zira, ikincisi empirik yasalara göre doğanın
bir sistemini mümkün kılarken, ilki doğadaki tikel amaçlı biçimlerle ilgilidir.
Ki bunlar, güzel doğa ve organik doğa alanlarıdırlar. Bu anlamda, salt düşünücü
yargıların iki türü bulunmaktadır:
1.
estetik düşünüm yargıları
2.
teleolojik yargılar
Hemen
belirtmek gerekirse, estetik düşünüm yargıları, beğeni yargıları ve yüce
üzerine yargıları kapsamaktadır. Kant’a göre, deneyimde verilmiş bir nesnede
amaçlılığın tasrımlanabileceği iki yol bulunmaktadır: salt öznel amaçlılık ve
kavramsal amaçlılık. İlki, nesnenin biçiminin amaçlılığıyla ilişkiliyken,
ikincisi, nesnenin doğal amaçlılığıyla ilgilidir. Kant, ilki için doğanın
biçimsel tekniği, ikincisi için ise doğanın real tekniği ifadesini
kullanmaktadır.
Kant’a göre, doğada güzel, biçimsel, yani salt
öznel amaçlılık kavramının sunumuyken, doğal amaçlar ise nesnel bir amaçlılık
kavramının sunumudurlar. Bu durumda, birincisi beğeni ile, yani hoşlanma
duygusu aracılığıyla veya estetik olarak, ikincisini ise anlama yetisi ve akıl
ile, yani kavramlara göre veya mantıksal olarak yargılarız. Dolayısıyla, nesnel
amaçlılık tasarımının hoşlanma duygusu ile hiçbir bağı yoktur, zira teleolojik
yargıgücü, amaçlılık tasarımını nesnelerine duygu dolayımı ile değil, kavram
aracılığıyla bağlar, ki düşünümünü duyguya değil ama aklın bütünlük idesine
göre gerçekleştirmesi bundandır. Kant, bu ayrımı yaptıktan sonra, artık estetik
düşünüm yargılarını incelemeye girişir. Hatırlanacağı üzere, Kant, estetik
hoşlanmayı, nesnenin seyredilmesinde anlama yetisi ve hayalgücü arasındaki
uyuma bağlamıştı. Bu durumda, salt düşünücü yargıgücü herhangi bir kavram
kullanmaksızın ve nesneyi bilme ilgisi taşımaksızın, hayalgücü ve anlama yetisi
arasındaki uyumun farkına varmaktadır. Bu, insandaki estetik kapasitedir. Bu
bağlamda estetik düşünüm de, üzerinde düşünümde bulunulan bir nesnenin
biçiminin, yetiler arası özgür bir uyuma yol açıp açmadığının duygu
aracılığıyla araştırma edimidir.
Kant’a göre, bir nesnenin tasarımında öznel
olan yani tasarımı nesne ile değil de özne ile ilişkilendiren şey tasarımın
estetik niteliğidir. Bu açıdan, bir bilgi öğesi haline gelemeyen tasarımın bu
öznel yanı, tasarımla bağıntılı hoşlanma veya hoşlanmama duygusudur. Şu halde,
bir yargıyı estetik yapan şey, onun hoşlanma veya hoşlanmama duygusuna dayanmasıdır
ki bu da yargının bilgi-dışı olmasını gerektirmektedir. Şu önemli noktayı da
belirtmek gerekirse, estetik yargı nesne hakkında olmaktan çok nesneyi algıda
kavrayan öznenin duygu durumu hakkındadır. Duyguların ise hiçbir bilgi işlevi
bulunmamaktadır. Bu yüzden de, bir estetik yargı yüklemi asla bilgi olmayan bir
yargıdır. Öyleyse, denebilir ki, hoşlanma, bilgi amacıyla bir kavrama
başvurmaksızın algıda bir nesnenin biçiminin salt kavranışı ile ilişkilidir ve
bu hoşlanma düşünücü yargıgücünde oyun içine giren bilgi yetilerinin uyumundan
ve nesnenin öznel biçimsel amaçlılığından başka bir şeyi ifade etmez.
Kant’ın estetik felsefesinin temellerini
oluşturan bu değerlendirmeler ışığında onun estetik felsefesinin dört temel
üzerine kurulu olduğu söylenebilir:
1.
Nitelik bakımdan beğeni yargısı
2. Nicelik bakımdan beğeni yargısı
3.
Relation bakımdan beğeni yargısı
4. Modalite yönünden beğeni yargısı
Kant, nitelik bakımdan beğeni yargısını ele
alırken, onun bir zihin yargısı değil, ama bir estetik yargı olduğunu açıklar;
nicelik bakımdan beğeni yargısında, beğenin sübjektif bir yargı olmasın
arağmen, onun genel bir yargı olması gerektiğini açıklar; relational bakımdan
beğeni yargısını ele alırken, beğeniyi ereklilik yönünden imceler; modalite
yönünden beğeni yargısını analiz ederken, beğeninin zorunlu bir yargı olduğunu
öne sürer.
Kant’ın
Aydınlanma Nedir? Sorusuna Cevabı
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş
olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise,
insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın
kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun
nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve
yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen
insanda aramalıdır
Sapare
Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!”
Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.
Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış
olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir
ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş
olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da
yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama
durumu çok rahattır çünkü.
Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın
yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren
bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para
harcayabildiğîm sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu
sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim
ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler insanların
çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı
sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için , gerekeni yapmaktan geri
kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip
aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya
çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye
kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler.
Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike
gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar
sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı
ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek
oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir
yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma
seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını
kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi
gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç
bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla
uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu
mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.
Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile
hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak
bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da
ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin
olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır. Oysa buna
karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta
ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de.
Çünkü yığının içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir
kaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar,
sonra da’ insanın kendindekini akıllıcâ değerlendirmesi yanında bağımsız
düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama
eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek
layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden bir kaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan
kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları ‘boyunduruk altında
kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve
bu önyargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı:
kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimler ile bir ‘baskı
rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız
bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir
iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi,
düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar: Oysa
aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli
olan özgürlük de özgürlüklerin en
zararsız olanıdır:
Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden
kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı
kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde! » din adamı «düşünme, inan! » diyorlar. (Şu
dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi
düşünün, ama itaat edin! » diyor) . Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var.
Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve
hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi
aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir
biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum
insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak
kullanılışı, genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde
sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. Kendi
aklını kamu hizmetinde kullanmaktan, bir kimsenin, örneğin bir bilginin
bilgisini ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı
olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da
kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma
ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum.
İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma
gereğince ve hukümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse
onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek
bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi
durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin
emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine
kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak
tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine
dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama,
zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara
uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı
ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli
ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru
olmak gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları
üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için
götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen
vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız
eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği
gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı
vatandaş. kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki
düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı
gelmiş sayılmaz. Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin
öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını
cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak o, bu
inançları pekâla eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük
bir itina ve dikkatle ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir
biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir;
bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde alabileceği gibi,
dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de ola;bilir; ve bunu yaparken
de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz. Kilisenin sadık bir
hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o,
kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama,
kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde
bulunmak zorundadır. O şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları
öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel topluluğu
için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı din- sel kuralların pratik
yaranlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin
bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin
bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum
ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez) . Papaz eğer,
bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman
resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması
gerekecektir. Sonuç olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş
gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada
cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile toplantısı söz
konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o
kendisine dışarıdan yüklenen bir görev ile bağımlıdır. Buna. karşın, alanının
bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya
seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu 3 hizmetinde kullanırken, aklın
herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden
yararlanır. Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin
kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmak yakışık almayan ve
saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır. Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda
mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir
çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde,’bir aydınlanma döneminde
yaşıyoruz. şimdiki zamanlarda olduğu gibi, insanlığın bir bütün olarak,
başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi aklını iyi bir biçimde
ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu duruma
getirilebilmesi için katedilecek daha çok yolumuz var. Fakat bu yönde özgürce
çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı
göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya . giden yoldaki engeller,
insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu
ile ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan
çağımız bir aydınlanma çağıdır ya da Friedrich’in yüzyılıdır. Bir prens din
konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi
kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını
tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir
sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. işte
böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce;
insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hukümeti ilgilendirdiği oranda ve
bütün insanları vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür
bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder. Onun yönetimi altında
kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü
konularda ön yargılı davranmaksızın ve fazla ayak diretip karşı koymaksızın bir
bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde
ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın
yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurda burda
ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte biz durum
herhangi resmi bir görevle sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır. Bu
özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle: ki kendi
işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla
oynayamayan hukümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile sataşmak zorunda
kalır. Bu gibi hukümetler, en azından ulusun birliğini ve halkın uyumunu
tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda. nasıl varolabildiğini
gösteren parlak birer örnektirler. Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının
üstünden barbarizmin, bir ‘tür büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması
için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş, yapma ve uydurma birtakım ölçülerin
insanları bunların içinde tutmasının ortadan kaldırılmasıyla birlikte
gerçekleşecektir. Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda
karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü
ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odak noktası olarak din konularını
belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve, sanatlarla ilgili olarak
yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü
oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış
her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır. Fakat bilimlerde ve
sanatlarda özgürlüğe öncelik. tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha
ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi
akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiç
bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın
yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru,
içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çak parlak
bir örnek vardır, hiç bir yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi
şimdiye değin aşamamıştır. Ama kendisi
aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve
kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da,
devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir:
“İstediğiniz
,kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin!”
Bu durum ise insansal konularla ilgili olması
nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak , çıkar, tıpkı her şeyin
hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir
sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum
özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve
onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar: Buna karşın toplum özgürlüğünün daha
aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü
gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir. Doğa bir defalığına.
sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu
kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek
halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş
yavaş özgür eyleyebilme aşamasına, gelmiştir. Bu durum yani özgür düşünme ve
eyleme, yönetimlerin yani hukümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine
göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri
düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın’ insansal onuruna uygun
davranma düşüncesine dönüşecektir.
KAYNAKÇA
Immanuel Kant- Manfred Kuehn (Çeviri: Bülent
o. DOĞAN)- İş Bankası Kültür Yayınları
KANT, I. (2011). Yargı Yetisinin Eleştirisi,
Çev.: Aziz Yardımlı, Ankara: İdea Yayınları.
N.BOZKURT, (1995). Sanat ve Estetik
Kuramları, İstanbul: Sarmal
Yayınları.
Felsefe Yazıları “Aydınlanma Nedir”(1784)-
Immanuel Kant- Türkçesi: Nejat Bozkurt –Felsefe Yazıları-1983
Yorumlar
Yorum Gönder