Ana içeriğe atla

KANT ESTETİK VE AYDINLANMA


Immanuel Kant 1724-1804 Immanuel Kant was a German philosopher who ...

“Aydınlanma” ve “sanat” konuları profesyonel olarak felsefeyle uğraşanlara çok basit görünebilir. Ancak bugün karanlığın elle tutulur hale geldiği bir dönemde yaşadığımızı düşününce aydınlanmayı tekrar hatırlama ve hatırlatma gereği duyulabilir. Düşünce tarihindeki tartışmalar, onlar mevcut zamanda yaşayan bireyler tarafından, en baştan ve bir kez daha düşünülüp sorgulanmadıkça felsefe filozoflar arasında, kapalı kapılar ardında yapılıp tozlu sayfalarda kayıtlı kalmış lekeler olmaktan öteye gidemeyecektir.

Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olan Kant, kendi felsefe sistemini üç önemli çalışmasında toplamıştır. Bunlardan ilki olan Saf Aklın Eleşitirisi’nde insan aklının sınırlarını ele alırken, Pratik Aklın Eleştirisi’nde hangi davranışların ahlaki olduğunu, Yargıgücünün Eleştirisi’nde ise beğeni yargılarımızın temellerini incelemektedir.Burada Yargıgücünün Eleştirisi’ni ele alacağız.

Kant’ın Estetik Anlayışı

Kant’a göre estetik deneyim, bir nesnenin seyredilmesinde hayalgücü ve anlama yetisi arasındaki uyumdan doğan bir hoşlanmanın hissedilmesidir. Bu kısacık tanım, Her ne kadar Kant’ın estetik tanımının ne olduğu hakkında fikir verse de, onun estetik felsefesinin genel ilkelerinin ne olduğunu açıklamaktan uzaktır. Kant, nesnelerin güzelliğine ilişkin değerlendirmelerimizi beğeni yargıları diye adlandırmaktadır. Bu açıdan onun estetik kuramı beğeni eleştirisi olarak da görülebilir. Beğeni, güzeli değerlendirme, yargılama yetisidir. Diğer bir ifadeyle, beğeni, bizim, güzele tepki verme yeterliliğimizdir. Kant, estetik kuramında, sahip olduğumuz bu yeterliliğimizin doğasının ortaya koymayı amaçlamaktadır. Kant’ın estetik felsefesine ayırt edici özelliği kazandıran şey, bu felsefenin transcendental yöneteme dayanmasıdır. Bu yöntem, bir nesnenin doğasını anlamak için bizim nesneye ilişkin bilme tarzımızın doğasını araştırmayı önerir. Buna göre, bir nesneye güzel dediğimizde, araştırmamızın odağı söz konusu nesne olmaktan çok, o nesneye ilişkin verdiğimiz yargının doğasının araştırılması olacaktır. Şu halde, ilk sorulması gereken sorulardan birisi şudur: Bir nesne hakkında güzel yargısı verdiğimizde neyi ileri sürmüş oluruz? Hemen arkasında ikinci sorulardan birisi de şudur: Tümel geçerli beğeni yargıları ileri sürebilir miyiz? Kant’a göre, yargücümüz, akıl ve anlama yetisi arasında yer alır. Yargıgücü, kendisi için ne teorik ne de pratik hiçbir bilgi üretmez, bunun yerine diğer iki bilgi yetisi, yani akıl ile anlama yetisinin birliğini oluşturur. Bu açıdan özel türde bir yetidir. Yargıgücü, bu yolla, doğa ve özgürlük arasında da bağ kurucu bir rol oynar. Yargıgücü, esasen, şeyleri duygu yönünden görebilme yeterliliğidir. Diğer bir ifadeyle, yargıgücü, anlama yetisi aracılığıyla bilemeyeceğimiz ve akıl ile isteyemeyeceğimiz şeyleri hissetmememizi sağlamaktadır. Şu halde, yargıgücünün anlaşılmasının Kant’ın estetik kuramında merkezi bir öneme sahip olduğu söylenebilir. Bu yetinin daha iyi anlaşılması için, öncelikli olarak, Kant’ın zihin yetilerine ilişkin yaptığı dökümden yola çıkılabilir. Kant’a göre tüm zihin yetilerimiz üç birimde toplanmaktadır: bilgi yetisi

 ................ hoşlanma veya hoşlanmama yetisi .............. arzulama yetisi

Görüldüğü gibi, hoşlanma veya hoşlanmama yetisi, zihin modeli içerisinde tıpkı diğer iki yeti gibi, yani bilgi yetisi ve arzulama yetisi gibi, özerk yetilerden birisi olarak konumlanmaktadır. Bu yeti, diğer iki yeti gibi yalnızca empirik temellere değil, aynı zamanda a priori bir ilkeye de dayanmaktadır. Kant’ın zihin modeli içerisinde özerk bir konum elde eden hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu, başka bir yönden ele alındığında, estetik hoşlanma olarak görülebilir. Kant, hoşlanma veya hoşlanmama yetisinin yasa koyucu ilkeyi yargıgücünde bulduğunu ileri sürmektedir. Kant’ın bu tartışmayı yaptığı yer “Yargıgücünün Eleştirisi”dir. Kant bu çalışmasında, asıl olarak düşünücü yargıgücünden söz etmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere, yargıgücü tikeli tümel altına koyma yeterliliğidir. Kant’a göre, tümel olan, yani kural ilke ya da yasa verilmişse bu durumda tikeli tümelin altına koyan yargıgücü belirleyicidir; buna karşın, yalnızca tikel verilmiş ve tikelin altına konulacağı tümelin bulunması isteniyorsa bu durumda yargıgcü düşünücüdür. İşte bu noktada, yargıgücüne özellşmiş bir işlev yüklenmektedir.

Kant’a göre salt düşünücü yargıgücü, genel düşünücü yargıgücünden farklıdır, zira, ikincisi empirik yasalara göre doğanın bir sistemini mümkün kılarken, ilki doğadaki tikel amaçlı biçimlerle ilgilidir. Ki bunlar, güzel doğa ve organik doğa alanlarıdırlar. Bu anlamda, salt düşünücü yargıların iki türü bulunmaktadır:

1. estetik düşünüm yargıları

2. teleolojik yargılar

 Hemen belirtmek gerekirse, estetik düşünüm yargıları, beğeni yargıları ve yüce üzerine yargıları kapsamaktadır. Kant’a göre, deneyimde verilmiş bir nesnede amaçlılığın tasrımlanabileceği iki yol bulunmaktadır: salt öznel amaçlılık ve kavramsal amaçlılık. İlki, nesnenin biçiminin amaçlılığıyla ilişkiliyken, ikincisi, nesnenin doğal amaçlılığıyla ilgilidir. Kant, ilki için doğanın biçimsel tekniği, ikincisi için ise doğanın real tekniği ifadesini kullanmaktadır.

Kant’a göre, doğada güzel, biçimsel, yani salt öznel amaçlılık kavramının sunumuyken, doğal amaçlar ise nesnel bir amaçlılık kavramının sunumudurlar. Bu durumda, birincisi beğeni ile, yani hoşlanma duygusu aracılığıyla veya estetik olarak, ikincisini ise anlama yetisi ve akıl ile, yani kavramlara göre veya mantıksal olarak yargılarız. Dolayısıyla, nesnel amaçlılık tasarımının hoşlanma duygusu ile hiçbir bağı yoktur, zira teleolojik yargıgücü, amaçlılık tasarımını nesnelerine duygu dolayımı ile değil, kavram aracılığıyla bağlar, ki düşünümünü duyguya değil ama aklın bütünlük idesine göre gerçekleştirmesi bundandır. Kant, bu ayrımı yaptıktan sonra, artık estetik düşünüm yargılarını incelemeye girişir. Hatırlanacağı üzere, Kant, estetik hoşlanmayı, nesnenin seyredilmesinde anlama yetisi ve hayalgücü arasındaki uyuma bağlamıştı. Bu durumda, salt düşünücü yargıgücü herhangi bir kavram kullanmaksızın ve nesneyi bilme ilgisi taşımaksızın, hayalgücü ve anlama yetisi arasındaki uyumun farkına varmaktadır. Bu, insandaki estetik kapasitedir. Bu bağlamda estetik düşünüm de, üzerinde düşünümde bulunulan bir nesnenin biçiminin, yetiler arası özgür bir uyuma yol açıp açmadığının duygu aracılığıyla araştırma edimidir.

Kant’a göre, bir nesnenin tasarımında öznel olan yani tasarımı nesne ile değil de özne ile ilişkilendiren şey tasarımın estetik niteliğidir. Bu açıdan, bir bilgi öğesi haline gelemeyen tasarımın bu öznel yanı, tasarımla bağıntılı hoşlanma veya hoşlanmama duygusudur. Şu halde, bir yargıyı estetik yapan şey, onun hoşlanma veya hoşlanmama duygusuna dayanmasıdır ki bu da yargının bilgi-dışı olmasını gerektirmektedir. Şu önemli noktayı da belirtmek gerekirse, estetik yargı nesne hakkında olmaktan çok nesneyi algıda kavrayan öznenin duygu durumu hakkındadır. Duyguların ise hiçbir bilgi işlevi bulunmamaktadır. Bu yüzden de, bir estetik yargı yüklemi asla bilgi olmayan bir yargıdır. Öyleyse, denebilir ki, hoşlanma, bilgi amacıyla bir kavrama başvurmaksızın algıda bir nesnenin biçiminin salt kavranışı ile ilişkilidir ve bu hoşlanma düşünücü yargıgücünde oyun içine giren bilgi yetilerinin uyumundan ve nesnenin öznel biçimsel amaçlılığından başka bir şeyi ifade etmez.

Kant’ın estetik felsefesinin temellerini oluşturan bu değerlendirmeler ışığında onun estetik felsefesinin dört temel üzerine kurulu olduğu söylenebilir:

1. Nitelik bakımdan beğeni yargısı

 2. Nicelik bakımdan beğeni yargısı

3. Relation bakımdan beğeni yargısı

 4. Modalite yönünden beğeni yargısı

Kant, nitelik bakımdan beğeni yargısını ele alırken, onun bir zihin yargısı değil, ama bir estetik yargı olduğunu açıklar; nicelik bakımdan beğeni yargısında, beğenin sübjektif bir yargı olmasın arağmen, onun genel bir yargı olması gerektiğini açıklar; relational bakımdan beğeni yargısını ele alırken, beğeniyi ereklilik yönünden imceler; modalite yönünden beğeni yargısını analiz ederken, beğeninin zorunlu bir yargı olduğunu öne sürer.

Kant’ın Aydınlanma Nedir? Sorusuna Cevabı

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır

Sapare Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!”

Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü.

Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğîm sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için , gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır. Oysa buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de. Çünkü yığının içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da’ insanın kendindekini akıllıcâ değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden bir kaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları ‘boyunduruk altında kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve bu önyargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı: kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimler ile bir ‘baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar: Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan  özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır:

 Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.

Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde! » din adamı «düşünme, inan! » diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin! » diyor) . Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var. Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı, genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan, bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hukümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş. kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz. Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak o, bu inançları pekâla eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük bir itina ve dikkatle ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde alabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de ola;bilir; ve bunu yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz. Kilisenin sadık bir hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama, kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır. O şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı din- sel kuralların pratik yaranlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez) . Papaz eğer, bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile toplantısı söz konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o kendisine dışarıdan yüklenen bir görev ile bağımlıdır. Buna. karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu 3 hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır. Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmak yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır. Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde,’bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. şimdiki zamanlarda olduğu gibi, insanlığın bir bütün olarak, başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi aklını iyi bir biçimde ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu duruma getirilebilmesi için katedilecek daha çok yolumuz var. Fakat bu yönde özgürce çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya . giden yoldaki engeller, insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu ile ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan çağımız bir aydınlanma çağıdır ya da Friedrich’in yüzyılıdır. Bir prens din konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. işte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce; insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hukümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder. Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda ön yargılı davranmaksızın ve fazla ayak diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurda burda ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte biz durum herhangi resmi bir görevle sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır. Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle: ki kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla oynayamayan hukümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile sataşmak zorunda kalır. Bu gibi hukümetler, en azından ulusun birliğini ve halkın uyumunu tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda. nasıl varolabildiğini gösteren parlak birer örnektirler. Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının üstünden barbarizmin, bir ‘tür büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş, yapma ve uydurma birtakım ölçülerin insanları bunların içinde tutmasının ortadan kaldırılmasıyla birlikte gerçekleşecektir. Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odak noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve, sanatlarla ilgili olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır. Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik. tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiç bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çak parlak bir örnek vardır, hiç bir yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır.  Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da, devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir:

“İstediğiniz ,kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin!”

Bu durum ise insansal konularla ilgili olması nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak , çıkar, tıpkı her şeyin hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar: Buna karşın toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir. Doğa bir defalığına. sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına, gelmiştir. Bu durum yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hukümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın’ insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.

KAYNAKÇA

 Immanuel Kant- Manfred Kuehn (Çeviri: Bülent o. DOĞAN)- İş Bankası Kültür Yayınları

KANT, I. (2011). Yargı Yetisinin Eleştirisi, Çev.: Aziz Yardımlı, Ankara: İdea Yayınları.

N.BOZKURT, (1995). Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul: Sarmal

Yayınları.

Felsefe Yazıları “Aydınlanma Nedir”(1784)- Immanuel Kant- Türkçesi: Nejat Bozkurt –Felsefe Yazıları-1983

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Saussure'ün Dil Anlayışında Yaptığı Dönüşüm

   SAUSSURE’ÜN   DİL ANLAYIŞINDA YAPTIĞI   DÖNÜŞÜM VE ETKİLENENLER   Modern yapısal dilbilimin kurucusu ve bu nedenle yapısalcılığın babası sayılan İsviçreli dilbilimci Saussure, 26 Kasım 1857’de Cenevre’de doğdu. Saussure’ın çalışmalarının devrimci niteliği, ölümünden üç yıl sonra, 1916’da bazı eski öğrencilerinin derslerinde   aldıkları notlara dayanan bir kitap yayınlamaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Saussure’ın düşünceleri Avrupa dilbiliminin gelişmesine etkisinin yanı sıra, sosyal bilimlerde yaygın bir düşünce akımı olan yapısalcılığın doğmasında da oldukça etkili olmuştur. Saussure’ün dil anlayışında önemli nokta , Saussure’ün dil bilimini insan bilimi içinde tanımlıyor olması. Saussure için genel bir psikoloji var iki dala ayrılyor: Sosyal psikoloji ve Psikoloji(bireysel).Saussure aynı zamanda “dil ile söz” arasında ayrım yapar.Burada dilin kendisi ile o dilin konuşma ediminin birbirinden ayrı olduğunu aynı zamanda birbirine bağlı olduğunu...

Kadın Felsefeciler

KADIN FELSEFECİLER Kadınlar tarih boyunca birçok alanda olduğu gibi felsefe alanında da görmezden gelinmiş; yaptıkları çalışmalar yok sayılmıştır. Orta Çağ boyunca ise bir biçimde bilim ya da düşünce ile uğraşanlar ise cadılık ve büyücülük yapmakla itham edilmişlerdir. Bunun yanı sıra ahlâksızlıkla suçlanarak itibarsızlaştırılmışlardır.   Tüm bunlara karşın kadınlar da düşünce alanında eser vermişlerdir. Batı felsefe geleneğinin gövdesini oluşturan eski felsefecilerin büyük çoğunluğu, kadınların erkeklere göre daha az rasyonel olduğuna inanmaktaydı. Ve kendi rasyonalite ideallerini de, akıllarında erkek özelliklerini ve paradigmalarını tutarak formüle etmişlerdi Sahip olduğumuz kadınlık ve erkeklik idealleri ve kavramları, egemenliğe ve iktidara dayanan yapılar içinde oluşturulmuştur. Ve erkek-kadın ayrımının kendisi de betimleyici nötr bir sınıflandırma ilkesi olarak değil, bir değer ifadesi olarak kullanılagelmiştir. Erkeğin üstün tutuluşu, felsefe ta...

STOACI AHLAK FELSEFESİ

Uzun yüzyıllar boyu temel ilkelerini değiştirmeden varlığını sürdürmüş olan Stoacılık usçu, maddeci, heptanrıcı bir felsefedir. Okulun kurucusu Kitionlu (Kıbrıslı) Zenon’dur. Atina’da Stoa Poikile denilen revaklı bir galeride dersler veren Zenon felsefeyi “tanrısal ve insani şeylerin bilimi” olarak tanımlıyordu. Onun öğrencisi Assoslu Kleanthes eski bir boksördü, geceleri bahçeleri sulayarak ekmeğini kazanırdı. Zenon’dan sonra okulun başına geçti. Onun ardılı Soloili Khrysippos’dur. Onun ölümüyle Eski Stoa dönemi kapanır. Orta Stoa’nın iki önemli filozofu vardır: Rodoslu Panaitios ve Apameialı (Suriyeli) Poseidonios. Asıl önemli olan İmparatorluk Stoasıdır. Bu dönemin iki büyük filozofu vardır: Hieropolisli (Frigyalı) köle Epiktetos ve Roma imparatoru Antoninus Augustus Marcus Aurelius. Stoacılar felsefeyi mantık, fizik ve ahlak olmak üzere üçe ayırdılar. Herakleitos gibi onlar da değişimin temeline belirleyici bir güç olarak Logos’u koydular ve gene onun gibi Ateş’i ilk ilk...