Ana içeriğe atla

Saussure'ün Dil Anlayışında Yaptığı Dönüşüm


  SAUSSURE’ÜN  DİL ANLAYIŞINDA YAPTIĞI  DÖNÜŞÜM VE ETKİLENENLER

Ferdinand de Saussure - Wikiwand Modern yapısal dilbilimin kurucusu ve bu nedenle yapısalcılığın babası sayılan İsviçreli dilbilimci Saussure, 26 Kasım 1857’de Cenevre’de doğdu. Saussure’ın çalışmalarının devrimci niteliği, ölümünden üç yıl sonra, 1916’da bazı eski öğrencilerinin derslerinde  aldıkları notlara dayanan bir kitap yayınlamaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Saussure’ın düşünceleri Avrupa dilbiliminin gelişmesine etkisinin yanı sıra, sosyal bilimlerde yaygın bir düşünce akımı olan yapısalcılığın doğmasında da oldukça etkili olmuştur.
Saussure’ün dil anlayışında önemli nokta, Saussure’ün dil bilimini insan bilimi içinde tanımlıyor olması. Saussure için genel bir psikoloji var iki dala ayrılyor: Sosyal psikoloji ve Psikoloji(bireysel).Saussure aynı zamanda “dil ile söz” arasında ayrım yapar.Burada dilin kendisi ile o dilin konuşma ediminin birbirinden ayrı olduğunu aynı zamanda birbirine bağlı olduğunu düşünüyor.Dil ile söz arasındaki farklardan şu şekilde bahsediyor:
Saussure’ü diğer dil bilimcilerden ayıran en önemli özellik onun “yapısalcı” biryaklaşıma sahip olmasıdır. Saussure’ü anlamak, onun yapısalcılığını anlamaktan geçer. Örneğin saat, en nihayetinde bir yapı, akrepten, yelkovandan, çarklardan oluşur.Bunların her biri bağımsız birer parçadır. Bu parçaların hepsi bütüne hizmet eder örneğin zembereği tek başına alırsak bir şey ifade etmez, işlevleri bütünün içindedir.Bütünün kendisinden varlık kazanırlar. kendi öz varlıkları önem taşımaz; önemli olan sistem içindeki işlevleri, birbirleriyle olan bağlantılarıdır. Böylece, Saussure, dilbilimi, “dili, kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak inceleyen bilim” olarak belirler.
 Saussure’den önceki dil bilimciler, önce dilin birimlerinden yani parçalarından söz ediyorlardı. Kelimelerin her birinin bağımsız anlamları vardır. Dil, iletişim dediğimiz şey bu kelimelerin bir araya gelmesidir. Bu anlamda dil bilimi “Diakronik” Diakronik anlayışta, bu bağımsız kelimelerin  anlamları tarihsel süreçte nasıl ortaya çıktığını araştırırlar Saussure bu yaklaşımı “Diakronik yaklaşım” olarak , kendi yaklaşımını da “Senkronik yaklaşım” olarak tanımlıyor.
Diakronik yaklaşıma göre diyelim ki tabak ve sandalye kelimesi bağımsız ve her biri dış dünyadaki bir nesneye işaret eder. Tabak-yemek yediğimiz  bir kap, sandalye-ayaklardan oluşan oturak. Saussure bu iki temel kabule karşı çıkıyor. Kendi senkronik yaklaşımına göre kelimeler somut şeylere işaret etmiyor, ikincsi kelimeler dilden bağımsız olarak var değiller. Buradan hareketle göstergenin iki yönü var: Birinci yönü “kelime”(sesten oluşur)-Gösteren, gösterenin işaret ettiği şey (yeni kavram boyutu)- Gösterilen
Bu noktadan sonra Saussure’ü diğer Lingustik yaklaşımlardan ayıran asıl nokta- Gösterilen, gösterenin işaret ettiği somut varlık değildir. Yani Sausure’de gösterilen işaret ettiği şey değil onun bendeki kavramıdır(kitabın zihnimdeki yeri) O zaman dilin dilbilimi olarak gösterge, gösteren ve gösterilenden oluşuyor.
Saussure diyor ki: Kartezyen öznenin kavramsal dilsel olarak uzandığı noktasıdır.(burada dünya öznenin tasarımı olarak karşımıza çıkıyor. Buradan Saussure’ün dil anlayışının son model olduğunu anlamaktayız.
Jacgues-Marie Emile Lacan, Saussure ile dili aynı noktada tanımlamaktadır. Lacan’da Saussure gibi dil bilimini insan bilimi ile bağdaştırarak aktarmaya çalışır. Bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır. Lacan bu cümlesiyle aslında  dili “yapısalcı dilbilim’in” açıkladığı haliyle açıklamaktadır.Yani dil bir göstergeler sistemidir dışsal bir gönderimi yoktur. Lacan bunu psikanalize uyguladığında vardığı sonuç, Bilinç dışı'nın tıpkı Dil gibi kendine özgü bir yapı ya da sistem olduğudur. Bilinç dışının dış dünya ile özsel bir bağlantısı yoktur, anlam ayrımlarını kendi iç-ögeleri ile belirleyen bir çeşit göstergeler dizgesi söz konusudur burada. Althusser'in belirtmiş olduğu gibi, "Lacan, dilsel gösterge ile psikanalizin simgesi'ni aynı şeyler olarak düşünmektedir".
Yapısalcılığın çıkış noktası olarak kesin bir tarih belirtilmemekle birlikte, dil bilimci Ferdinand de Saussure’ün dilin yapısı ve çözümlenmesine yönelik çalışmaları başlangıç olarak kabul edilebilir. Terminolojik olarak kökenini yapı kavramından alan, parçaların bir araya gelmesiyle bütünü ifade eden bu düşünce akımının en önemli kurucusu   Levi-Strauss’dur. Levi-Strauss, dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün dilbilim çalışmalarını antropoloji disiplinine uyarlayarak mit, hediye alış verişi, inanç biçimleri, akrabalık… gibi kültüre ait özelliklerden elde ettiği verileri toplulukların çözümlenmesinde kullanmıştır.
Saussure, bütünsel bir yapıyı yansıtan kültür ve ürünlerini karşıtlıkları çerçevesinde incelemiştir. Saussure ‘e göre dil ve dile anlam veren, onu somut olarak hayata geçiren dil ve söz arasında belirgin bir karşıtlık ve ayrımın olmasıdır. Bu sözler veya öğeler karşılıklı ilişki içinde belirli bir dilsel yapıya bağlıdır ve bu yapı dizge kavramı olarak açıklanır. Ona göre, dilsel yapıyı oluşturan başat durum, somut sözlerin gerisinde kalan soyut bir yapının varlığıdır; önemli olan da bu soyut yapının ortaya çıkarılmasıdır. Bu noktada, dilin temelinde yer alan sözcüklere yüklenen anlamlar, aynı zamanda onların eşzamanlı bir dizge içinde zıtlıklar ve ayrımlar bağıntısını oluşturmasını sağlar. Bu anlayış içinde, zihnimizde tasarladığımız pek çok  nesne ve olay dilin yapısı içinde oluşmakta ve bu şekliyle, sosyal kültürel yapı ve ona ait kurumlarda zihnin bilinçdışı yapısının, yani dilin bir ürünü olmaktadır Saussure, dil/söz ve gösteren/gösterilen karşıtlığı yanında, dizge/özge, ses/anlam, özdeşlik/karşıtlık, eşsüremli/artsüremli…gibi olguları irdeleyerek dilin yapısal özelliklerini farklı karşıtlıklar içinde analiz ederek onlara kültürel anlamlar yükler.
Levi-Strauss ise diğer düşünürlerin aksine, yapısalcılık yaklaşımına farklı bir anlayış getirerek bu kuramı antropolojiye uyarlamış ve bu konuda dil biliminin ve psikanalizin uygulamalarından faydalanmıştır. Zamanla dil ve psikanaliz arasındaki çok yönlü işlerlik ve bu iki unsuru kullanabilme ölçütü yapısalcı anlayışın odak noktasını oluşturmuştur
Roland Barthes, yapısalcılığı edebiyat alanında kullanan, aynı zamanda post-yapısalcılığı da içinde değerlendiren edebiyat eleştirmenidir. Barthes, edebiyat gibi diğer sosyal, kültürel fenomenlerini de dil sistemi içinde değerlendirmeye tabi tutar. Dil, Barthes’ta tekil in­sanı aşan kendi başına bir yazardır. Göstergebilimsel bağlamda, ideolojileri, kapitalizmi ve burjuva kültürünü inceleyen Barthes’a göre, bu alanlarda gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin kül­türel fenomenlerde mit ya da söylencenin analiziyle ortaya çıktığı söylenebilir. Ona göre, söylenen şeylerin yanında, bu söylenenlerin nasıl söylendiği, ifade edildiği de önemlidir. Barthes’ın düşüncesinde, postmodernite açısından da, en önemli nokta yorumların varlığıdır.  Bu bağlamda dil ve yorumlayan okur metnin anla­mını belirlemede dinamik olandır. Bir bakıma burada, her metin, okur tarafından okuma sürecinde, okuma zamanı ve bağlamında, anlamsal olarak yeniden yazılmaktadır diyebiliriz. Yazarın niyeti ya da metnin temel anlamı gibi tek bir anlam ya da çıkarılacak mesaj yoktur, zira yazar ölmüştür. Yazarın ölümü, özgür okurun doğuşu­na, dolayısıyla yorum çeşitliliğine yol açmıştır. Neticede Barthes’ın yoruma açtığı kapının, postmodern kültürün de eleştirdiği bilimsellik/nesnellik yada otoriter üst ve tek anlatı/bilgi/anlam alanları­na karşı çıkmada bir yol olduğunu söyleyebiliriz.
Saussure’un dili, göstergeler sistemidir (gösteren ve gösterilen den oluşmaktadır). Bu sistem, dil yapısının temeli olduğundan özne ancak bu dil imkânları içerisinde anlam yakalayabilmektedir. Yapısal durum bu açıdan öznenin varlığını dilin gramerine bağlar. Anlamlar dilsel gösterge sisteminin içeri­sinden çıkmakta olup, öznenin yapacağı iş, bu anlamları oluşturan sistemi kavramaktır. Nitekim özne ya da birey, dilsel bir mekâna doğduğu andan itibaren dünyayı anlamak için yine bu dilden hare­ket etmek zorunda kalır, bu yüzden öznenin öncelikli işi, kendisini bulduğu bu dilsel mekânın işleyişini öğrenmektir.
Kültürel veya toplumsal olayların yapısal bir zemin üzerinde anlam oluşturduğunu savunan yapısalcı sosyal teori, her toplumsal veya bireysel deneyimi anlamak için bu yapıya bakmak gerektiğini ileri sürer. Bu bağlamda yapısalcılığı toplumsal alanı okuma için kullanan ya da bunu sosyal teori olarak kuran ve yapısalcılığın bir bilim olduğunu belirten Fransız antropolog Levi-Strauss’tur. Levi-Strauss’a göre yapısalcılık, “değişmez olanın ya da yüzeysel farklılıklar arasındaki değişmez öğelerin araştırılması’dır”. Aslında bu noktada tüm toplumlarda var olan toplumsal kurumlar, buna örnek gösterilebilir. Aile, din/mit ve eğitim (yani dil) gibi sosyal kurumların ya da yapıların tüm toplumlarda varlı­ğı evrensel insanın özelliğini yakalamada örnek gösterilebilir. Son kertede, Levi-Strauss’un yapısalcılığı, değişik kültür ortamlarına rağmen insanoğlunun Ortak evrensel bir yapı özelliği bulma giri­şimidir diyebiliriz..

 KAYNAKÇA

Ayşegül, Y.(1995). Yapısalcılık ve Bir Uygulama, Ankara: Gündoğan Yayınları.
Levi-Strauss, C. (1996). Yaban Düşünce, (Çev: T. Yüksel), İstanbul: Yapı Kredi Yayın. Levi-Strauss, C. (1986). Mit ve Anlam,(Çev: Ş. Süer ve S. Erkanlı), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Birkiye, A. (1984). Yapısalcılığın Eleştirisine Doğru, İstanbul: Varlık Yayınevi.
Saussure de Ferdinand. Genel Dilbilim Dersleri. Çev.: Berke Vardar. İstanbul: Multilingual Yayınları, 1998.
















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadın Felsefeciler

KADIN FELSEFECİLER Kadınlar tarih boyunca birçok alanda olduğu gibi felsefe alanında da görmezden gelinmiş; yaptıkları çalışmalar yok sayılmıştır. Orta Çağ boyunca ise bir biçimde bilim ya da düşünce ile uğraşanlar ise cadılık ve büyücülük yapmakla itham edilmişlerdir. Bunun yanı sıra ahlâksızlıkla suçlanarak itibarsızlaştırılmışlardır.   Tüm bunlara karşın kadınlar da düşünce alanında eser vermişlerdir. Batı felsefe geleneğinin gövdesini oluşturan eski felsefecilerin büyük çoğunluğu, kadınların erkeklere göre daha az rasyonel olduğuna inanmaktaydı. Ve kendi rasyonalite ideallerini de, akıllarında erkek özelliklerini ve paradigmalarını tutarak formüle etmişlerdi Sahip olduğumuz kadınlık ve erkeklik idealleri ve kavramları, egemenliğe ve iktidara dayanan yapılar içinde oluşturulmuştur. Ve erkek-kadın ayrımının kendisi de betimleyici nötr bir sınıflandırma ilkesi olarak değil, bir değer ifadesi olarak kullanılagelmiştir. Erkeğin üstün tutuluşu, felsefe ta...

STOACI AHLAK FELSEFESİ

Uzun yüzyıllar boyu temel ilkelerini değiştirmeden varlığını sürdürmüş olan Stoacılık usçu, maddeci, heptanrıcı bir felsefedir. Okulun kurucusu Kitionlu (Kıbrıslı) Zenon’dur. Atina’da Stoa Poikile denilen revaklı bir galeride dersler veren Zenon felsefeyi “tanrısal ve insani şeylerin bilimi” olarak tanımlıyordu. Onun öğrencisi Assoslu Kleanthes eski bir boksördü, geceleri bahçeleri sulayarak ekmeğini kazanırdı. Zenon’dan sonra okulun başına geçti. Onun ardılı Soloili Khrysippos’dur. Onun ölümüyle Eski Stoa dönemi kapanır. Orta Stoa’nın iki önemli filozofu vardır: Rodoslu Panaitios ve Apameialı (Suriyeli) Poseidonios. Asıl önemli olan İmparatorluk Stoasıdır. Bu dönemin iki büyük filozofu vardır: Hieropolisli (Frigyalı) köle Epiktetos ve Roma imparatoru Antoninus Augustus Marcus Aurelius. Stoacılar felsefeyi mantık, fizik ve ahlak olmak üzere üçe ayırdılar. Herakleitos gibi onlar da değişimin temeline belirleyici bir güç olarak Logos’u koydular ve gene onun gibi Ateş’i ilk ilk...