Ana içeriğe atla

STOACI AHLAK FELSEFESİ



Epiktetos - Vikipedi

Uzun yüzyıllar boyu temel ilkelerini değiştirmeden varlığını sürdürmüş olan Stoacılık usçu, maddeci, heptanrıcı bir felsefedir.

Okulun kurucusu Kitionlu (Kıbrıslı) Zenon’dur. Atina’da Stoa Poikile denilen revaklı bir galeride dersler veren Zenon felsefeyi

“tanrısal ve insani şeylerin bilimi”

olarak tanımlıyordu. Onun öğrencisi Assoslu Kleanthes eski bir boksördü, geceleri bahçeleri sulayarak ekmeğini kazanırdı. Zenon’dan sonra okulun başına geçti.

Onun ardılı Soloili Khrysippos’dur. Onun ölümüyle Eski Stoa dönemi kapanır. Orta Stoa’nın iki önemli filozofu vardır: Rodoslu Panaitios ve Apameialı (Suriyeli) Poseidonios. Asıl önemli olan İmparatorluk Stoasıdır. Bu dönemin iki büyük filozofu vardır: Hieropolisli (Frigyalı) köle Epiktetos ve Roma imparatoru Antoninus Augustus Marcus Aurelius.

Stoacılar felsefeyi mantık, fizik ve ahlak olmak üzere üçe ayırdılar. Herakleitos gibi onlar da değişimin temeline belirleyici bir güç olarak Logos’u koydular ve gene onun gibi Ateş’i ilk ilke saydılar ve tanrı olarak gördüler.

Evrenin dışında hiçbir varlık alanı kabul etmeyen Stoacılara göre doğanın bir parçası olan insan evrensel ustan yani Logos’tan pay almaktadır. Onlara göre en uygun yaşam doğanın gereklerine göre sürdürülen yaşamdır. Buna göre bu filozofların hemen tümü doğanın buyruğunu dinleyerek intihar etmişlerdir. Onlar dünyanın pırıltılarına ve zenginliklerine önem vermeyen kimselerdir. Epiktetos

“Hem kendi ruhunla hem dış dünya nesneleriyle ilgilenemezsin” der.

Marcus Aurelius da doğanın insana ancak kaldırabileceği kadar yük yüklediğini söyler. Ona göre insan tam anlamında mutlu bir yaşam sürebilir:

“Her zaman tam tamına mutlu yaşamak. Ruhumuz bunun için kendinde güç bulabilir, yeter ki ilgisiz şeyler karşısında ilgisiz kalabilsin.”

Stoa Okulu’nun benimsediği düşünce çığırının temelini yaşamı yönlendiren bilgi, bilgiye dayanarak doğaya uygun yaşama oluşturur. insanı, bütün eylem ve davranışlarına egemen olan bir us ve istencin taşıyıcısı olarak gören bu okula göre yaşamda örnek alınacak tek varlık doğadır. Doğaya uygun yaşamak için de kesin ve kuşkudan uzak bilginin kazanılması gerekir. Bu tür bilgi us ölçülerine uyan bilgece bilgidir, (episteme). Yaşamın bütünlüğü, düzeni ancak bilgi ile eylem birliğine dayanır. Çünkü bilgi bir süs değil, yönlendirici, düzenleyici, yaşamı aydınlatın ışıktır.

 

Stoa öğretisine göre insan ahlak bakımından yetkin olmalıdır. Bu yetkinliğin örnek insanı bilgedir. Bilge erdemli, düşünceleriyle davranışları arasında us ilkelerine uygun bir tutarlılık bulunan,bütün eylemlerinde doğruluğu, dengeyi, iyi ve güzeli kılavuz edinen kimsedir. O, kazandığı bilgece bilgi nedeniyle, doğanın uyulması gereken evrensel yasalarını, bireyler için gerekli olan davranış kurallarını, doğayı inceleyerek öğrenir. Zenon’un birer görüş olarak öne sürdüğü bu davranış öğeleri, ardılları Kleanthes ve Khrysippos gibi filozofların elinde, yeni içeriklerle, gelişmiş, daha geniş kapsamlı bir öğretinin doğmasına olanak sağlamıştır.

Ahlak felsefesi alanındaki fikirleriyle Hristiyan felsefesini etkileyen Stoa okulu, doğanın kendi yasaları içinde bir işleyişe sahip olduğunu ileri sürmektedir. İnsan da doğanın bu işleyişin etki alanında bulunan bir parçasıdır.

Stoacı görüşe göre insan, kendi dışında gelişen olayları değiştirebilme gücüne sahip değildir. Fakat doğa karşısında özgür olamayan insan, bu kısıtlanmışlığa karşın iyiyi seçme özgürlüğüne ve yeteneğine sahiptir. Stoa anlayışına göre mutluluğa ulaşmak da insanın iyiyi seçebilme özgürlüğüne binaen, iyinin seçilmesiyle gerçekleşebilir. İnsan yaşamında iyi olarak adlandırılacak olan şeyler de erdem ve erdeme bağlı olarak şekillenecek olan erdem yüklü davranışlar olacaktır. Bu bakış açısıyla, kötü olarak tanımlanan şey ise içinde erdem barındırmayan her türlü davranıştır. Davranışlarımızın erdem bakımından uygunluğunu belirleyeniradeye sahibiz.

Stoa düşüncesi, insanları bir ayrıma tabi tutmaz. Onlara göre alt-üst tabaka insanı, zengin-fakir insan vb. hiçbir biçimde insanlar arasında eşitsizlik mevcut olamaz. Stoacı düşünde bu ayrımın olmadığını gösteren en iyi örnek ise Stoa okulunun bünyesinde Marcus Aurelius gibi bir imparator filozofun (Marcus Aurelius, MS 161-180 Roma İmparatorudur) ve Epiktetos gibi bir köle filozofları bulunmasıdır. Bu eşitsizlik-ayrıksızlık olumlu ve güzel şeylere sebebiyet vermektedir günümüz açısından değerlendirecek olursak, iyi yerlere gelmenin bazı öncelikleri var, ne yazık ki öncelik azim, çalışkanlık,öğrenmek, bilmek değil; geniş çevreye sahip olmak, maddi gelir seviyesinin yükseklerde olması, çalışmak istediğimiz kurumda tanıdıkların olması vb. Etkenler gnümüzde ön plana çıkmakta. Görüyoruz ki bundan yüzyıllar önce bile öncelik para, mevki değil erdem imiş.

Erdem, Stoacı etik anlayışına göre biricik iyidir çünkü yalnızca doğaya uygun olan iyidir, insan için de doğaya uygun olan, akla uygun olan eylemdir. İnsan için en önemli erdem bilgeliktir. Bilgelik ise insanın kendisini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak görmesiyle ve doğanın seyrine ayak uydurmasıyla elde edilir. İnsan kendisini dünyanın gidişinden sıyırıp ayıramadığına göre, yapılacak en iyi iş dünyanın gidişini olduğu gibi benimsemektir; olup biten her şeyi, tam bir tevekkülle zorunlu ve yararlı kabul etmektir. Nitekim Marcus Aurelius,

“Mutluluğunuz düşüncelerinize bağlıdır”

 demişti; sonradan azad edilmiş bir köle olan Epiktetos ise

“İnsanlar olaylar yüzünden değil, o olaylar hakkındaki düşünceleri yüzünden rahatsız olur”

 diyordu.Benim iki seçeneğim var ya bulunduğum durum hakkında şikayetvari söylemlerde bulunup kendimi mutsuz edeceğim ya da bulunduğum durum hakkında sakinliğimi koruyarak  istediğim durum yerine, belki de bulunduğum durum benim için daha hayırlıdır şeklinde düşünerek mutlu olacağım. Burada zihnimizin ne kadar yüce olduğunu, zihnimizin gücünü görmekteyiz, aslında insanlar ya da olaylar değil bizi mutsuz eden biziz. Bu demek değildir ki; bizi mutsuz eden biz isek verdiğimiz kararların pişmanlığını mı duymaıyız? Hayır işin bu kısmı birazcık Pollyannacılık oynamak gibi her durumda iyiyi ve güzeli düşünüp kendimizi mutlu edebiliriz bu bizim irademizde. Mutluluğu olaylarda veya kişilerde değil kendi içimizde aramalıyız. Stoacı ahlak anlayışının tutumu da bize bunu gösteriyor.Gerçekten de doğanın akışına müdahale etmeye kalkışmak, birtakım sonuçları değiştirmeye çalışmak boşuna olduğu gibi, yanlış olup insanı mutsuzluğa sevk eder. Fakat insan doğal düzene boyun eğerse, dünyanın gidişini olduğu gibi benimserse, kendisini gereksiz sıkıntı ve tedirginliklerden kurtarır. Bilgelik vuku bulan her şeyi kalben onaylamayı öğrenmekte ve böylelikle de haz ve tutkular karşısında olduğu kadar, acı ve engellenme duyguları karşısında da özgür olabilmektedir.

Başka bir deyişle, insan için yapılması gereken şey, insan açısından istikrarsızlık ve dengesizlik kaynağı olan akıldışı veya akla uygun olmayan duygular, tutkular karşısında, bağımsızlığını kazanmaktır. Bu bağımsızlığa giden yol ise bilgelikten geçer. İnsan kendisini bu olumsuz duygulardan kurtarabilirse ya da Stoacıların apathia adını vermiş oldukları duygusuzluk haline ulaşabilirse, bilge insana özgü olan dinginlik, huzur ve mutluluğa kavuşabilir. Zira yalnızca bilge insan rolünün ne olduğunu bilebilir. Başka bir deyişle, insanın rasyonel olarak düzenlenmiş bir evrendeki durumu, Stoacılara göre insana birtakım ödevler yükleyip, onu ahlaken ve nesnel olarak iyi olanı seçmeye zorlar. Doğru eylemi seçmek erdemi meydana getirir ve kişiyi mutluluğa götürür. Erdemsizlik ise doğa yasasına karşıt, doğanın seyrine aykırı düşen eylemleri seçmekten oluşur. Stoacılara göre, şu halde, dünyada önem taşıyan, mutlak olarak iyi olan tek bir şey vardır: Erdem. Erdemsizlik ise gerçekten kötü olan tek şeydir. Bu iki uç arasında da insanın istek, arzu ve nefretinin nesnesi olabilecek, hayat ve ölüm, sağlık ve hastalık, haz ve acı, güzellik ve çirkinlik, zenginlik ve fakirlik gibi çok sayıda şey bulunur. Bunların hiçbiri kendi içinde veya kendi başına iyi ya da kötü olmayıp, hepsi de insanın ahlaken kayıtsız kalması gereken şeylerdir.

 Bunu en iyi Stoacı felsefenin en yetkin temsilcilerinin kesinlikle başında gelen Epiktetos’un etik anlayışında görüyoruz. Stoacı etikle sorumluluk düşüncesini, kendisinin ahlaki kişilik (prohairesis) kavramına dayanan bir özerklik ve içsel özgürlük düşüncesine dönüştürmek için çalışmış olan Epiktetos en çok, tutku, istek ve arzulardan bağımsızlık anlamında özgürlüğün ve değişmez bir kader yoluyla belirlenmiş bir dünya karşısında tevekkülün önemine vurgu yapmıştır. Üstelik bütün bu ana düşünceleri, tıpkı kendisine örnek aldığı Sokrates gibi, hayatında cisimleştirmek için ölümüne mücadele etmiştir. Gerçekten de Zenon’un moral tutumunu, en aşırı kadercilik ve bir tevekkül ya da başa gelene sabırla katlanma felsefesine taşıyan Epiktetos, ahlaki bir yaşamın nihai hedefi olarak mutluluğa nasıl ulaşılabileceği sorusuna bir yanıt aramaktaydı. O, aradığı yanıtı belirli bir özgürlük ve bilgelik anlayışında buldu. Epiktetos özgürlükten insanın dış dünyanın bütün baskı, zorlama ve belirlemelerine rağmen, aklın iç tutarlılığını ve ruhun içsel barışını sürdürebilmesini anlıyordu. O, bunun için insanın bedenin aşırı istek, arzu ve ihtiraslarından vazgeçmesi gerektiğini öne sürdü. Onun gözünde, her şeyin insanın arzularına göre olup bitmesini değil de olduğu gibi olmasını isteme doğru ve ahlaki bir hayat için vazgeçilmez bir zorunluluktu. Ve Epiktetos açısından özgürlük, iç dünyayı dış dünyada olup bitenlere karşı korumaktan, doğaya uygun yaşamaktan başka bir şey değildi.

Epiktetos’a göre, insanın elinde olmayan şeylerin bir kısmı doğrudan doğruya kadere, Tanrıya bağlıdır. İnsanın Tanrıdan gelen şeylere katlanmak için yaratıldığını söyleyen Epiktetos’un bu anlayışına göre, insan bir dramdaki aktöre benzer. Dünya ve dünyanın tarihiyle ilgili bu dramda, insan yalnızca bir oyuncudur. Oyuncu oynayacağı rolü seçemez, dekora, oyunun kendisine etkide bulunamaz. Tanrı ya da akıl ilkesidir ki her insanın bu tarih içinde ne olacağını belirler. Dünya sahnesinde, bir tiyatro eserindeki oyuncuya benzeyen insan, hiçbir etkide bulunamayacağı şeyler karşısında kayıtsız kalmak durumundadır. Onun kontrol edebileceği tek bir şey vardır: Kendi tavrı ve tutkuları. O, bir başkasına daha iyi bir rol verildiği için kıskançlık duymamalı, makyajı yapan burnunu çirkin gösterdiği için kendisini aşağılanmış hissetmemelidir. Yani, insan kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli, erişemeyeceği, sahip olamayacağı şeyler için açlık, kıskançlık duymamalıdır. Bütün bu duygular onu mutsuz kılar. Öyleyse, yapılması gereken şey, akla uygun olmayan duygular, tutkular karşısında, kişinin güçlü olması, bağımsızlığını kazanmasıdır.

Epiktetos da insan yaşamının nihai amacının bir apathia, dışsal ve arızi hiçbir şeyden etkilenmeme, bir içsel huzur hali olduğunu söyledi. Bu iç huzuru sağlamaya yönelik bütün çabalar, ona göre ancak insanın isteklerini yok etmesi veya etkisiz kılması ile amacına ulaşabilir. Onun istek ve arzularla anlatmak istediği ise zorunlu fiziki ihtiyaçların karşılanması yönünde bir istek değildir. Bu yüzden, o dünyadan el etek çekmeyi önermez; tam tersine, o isteklerden vazgeçmeyle, insanın doğasına yani aklına uygun bir hayat yaşamasını anlatmak ister. Bu, insanın akla aykırı gelişmelerin temelinde yer alan aşırı isteklerden ve tutkulardan kurtularak duygularını kontrolüne alması, acı ve elem verici duygulara kapılmamasıyla olur. Bunu gerçekleştirecek kişi de bilge ve erdemli insandır. Çünkü erdemli insan, Epiktetos’a göre, bu aşırı istek ve ihtiraslardan kurtulmuş olan kişidir. Ona göre, insanı mutsuz kılan şeyler, dünya malına aşırı tamah ve bunları elden kaçırmaktan dolayı yaşanan kızgınlık ve korkulardır. Bundan ancak bir kabullenme, bir razı olma ve şikâyet etmeme durumuyla, gerçek bir tevekkülle kurtulabiliriz. İdeallerimiz için özgürlüğümüzü satmamak, ahlaki kişiliğimize zarar vermemek gerekir. Bu yolda, insana en önemli rehber, aklın ya da ruhun ilacı olan felsefedir. O, işte bu bağlamda gerçekten de

 “başına gelen felaketler yüzünden başkasını itham etmek cahilin yapacağı iştir” demekteydi.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Saussure'ün Dil Anlayışında Yaptığı Dönüşüm

   SAUSSURE’ÜN   DİL ANLAYIŞINDA YAPTIĞI   DÖNÜŞÜM VE ETKİLENENLER   Modern yapısal dilbilimin kurucusu ve bu nedenle yapısalcılığın babası sayılan İsviçreli dilbilimci Saussure, 26 Kasım 1857’de Cenevre’de doğdu. Saussure’ın çalışmalarının devrimci niteliği, ölümünden üç yıl sonra, 1916’da bazı eski öğrencilerinin derslerinde   aldıkları notlara dayanan bir kitap yayınlamaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Saussure’ın düşünceleri Avrupa dilbiliminin gelişmesine etkisinin yanı sıra, sosyal bilimlerde yaygın bir düşünce akımı olan yapısalcılığın doğmasında da oldukça etkili olmuştur. Saussure’ün dil anlayışında önemli nokta , Saussure’ün dil bilimini insan bilimi içinde tanımlıyor olması. Saussure için genel bir psikoloji var iki dala ayrılyor: Sosyal psikoloji ve Psikoloji(bireysel).Saussure aynı zamanda “dil ile söz” arasında ayrım yapar.Burada dilin kendisi ile o dilin konuşma ediminin birbirinden ayrı olduğunu aynı zamanda birbirine bağlı olduğunu...

Kadın Felsefeciler

KADIN FELSEFECİLER Kadınlar tarih boyunca birçok alanda olduğu gibi felsefe alanında da görmezden gelinmiş; yaptıkları çalışmalar yok sayılmıştır. Orta Çağ boyunca ise bir biçimde bilim ya da düşünce ile uğraşanlar ise cadılık ve büyücülük yapmakla itham edilmişlerdir. Bunun yanı sıra ahlâksızlıkla suçlanarak itibarsızlaştırılmışlardır.   Tüm bunlara karşın kadınlar da düşünce alanında eser vermişlerdir. Batı felsefe geleneğinin gövdesini oluşturan eski felsefecilerin büyük çoğunluğu, kadınların erkeklere göre daha az rasyonel olduğuna inanmaktaydı. Ve kendi rasyonalite ideallerini de, akıllarında erkek özelliklerini ve paradigmalarını tutarak formüle etmişlerdi Sahip olduğumuz kadınlık ve erkeklik idealleri ve kavramları, egemenliğe ve iktidara dayanan yapılar içinde oluşturulmuştur. Ve erkek-kadın ayrımının kendisi de betimleyici nötr bir sınıflandırma ilkesi olarak değil, bir değer ifadesi olarak kullanılagelmiştir. Erkeğin üstün tutuluşu, felsefe ta...